Hayat memat meselesi
''Bizi; ölümü unuttuğumuz, dünyanın zevkine daldığımız, ahireti aklımızdan çıkardığımız bir anda can vermekten muhafaza eyle Ya Rabbi…''
Geçtiğimiz günlerde babaannem emaneti sahibine teslim etti. Allah rahmet eylesin.
Yakınından biri mekan değiştirince ölümün sıcaklığı daha bir ısıtıyor insanın içini. Bir kez daha yaşamış oldum bu duyguyu.
Mezarlık başında defin işlemleri yapılırken bazı düşünceler kapladı zihnimi. Evet, dedim. İşte yol bu kadar. Nereden geldiysek yine oraya döneceğiz.
Beden sadık dostu toprağa, ruh ise ait olduğu yere kavuşacak.
Hani üstad demiş ya ölüm yaşlanmıyor diye. Hakikatten de ölüm ne yıpranıyor ne de yaşlanıyor.
İnsanın yaşı büyüdükçe ölüm daha çok yaklaşıyor gibi bir hissiyat var hepimizin içinde.
Hatta yaşlılarımızdan hele hele doksanı devirmiş pir-i fanilerimizden ahirete göçen oldu mu eşi ve çocukları dışındakilerin hüznü dahi azalıyor.
Neden?
Öyle ya zaten yaş ilerlemiş…
Ölümün ona yakın olduğu belliydi zaten değil mi?!
Bu sebeptendir ki hasta yatağında bir asra dayanmış ömrünün tamama ermesini bekleyen ak saçlılar için her yarın ölümden bir randevu iken; genç adam hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, yaşar da bilmez hangisinin son nefes olacağını.
Halbuki ölüm, otuz yaşındakine de altmış yaşındakine de yüz yaşındakine de aynı mesafede menzil tutuyor.
Nice gençler gördüm ki başı dahi ağrımazken sayılı gününü tamamlayan, nice yaşlılar gördüm ki ölüm için gün sayarken yılları dolduran…
Demek ki hepimiz ölecek yaştayız.
Mesela şu yazıyı okurken aldığımız nefeslerden biri sonuncusu olabilir.
Son nefes… Ne kadar soğuk bir tanım değil mi?
Madem o soğukluk kemiklerinizi sızlattı o halde doğru yolda olduğumuzu hatırlatayım.
Zira ne diyor o alemlerin sultanı…
‘’Ağızların tadını kaçıran ölümü sıkça hatırlayın…’’
Büyükler öyle söyler ki ölüm en büyük vaazdır.
Ölümü hatırlayan, ölümü bilen kırk hocayı dinlemiş gibidir. Çünkü ölümü bilen hak yemez. Ölümü bilen kırdığı bir kalbi tekrar yapmadan son nefesini verebileceğini bilir, bilir de gönül kırmaz.
O halde ölümü hatırlayıp da yumuşamayan, kibrinden sıyrılmayan, küs olduğuyla barışmayan, bir günahına bin tövbeyle af dilenmeyen, ‘’Ya Rabb, ben acizim. Ben gafilim. Ben kulum. Sen Rahman’sın. Sen en merhametli olansın. Bizi rahmetinden mahrum bırakma…’’ demeyen, pişman olmayan, dönüp kendine ‘’Bu gidiş nereye?’’ diye sormayan bir kalpten Allah’a sığınalım.
Bir meftayı toprağa bırakmak, sağ geçen bir anın kıymetini en büyük şiddetiyle vuruyor insanın her zerresine. O zaman diyoruz ki şunca gidenler bir tek tövbe için uğruna onca çalışıp kovaladıkları kaç dünyayı feda etmezlerdi ki…
Burası böyle bir yer işte. Kollarındaki pazularıyla övünenlerin hayattayken bir tokat darbesiyle öldürdüğü sineklere toprak altında mağlup düştüğü yalan dünya…
Yalılara, saraylara, sokaklara sığamayanların ayak ile başları hizasınca kazılan bir mezara sığdığı yalan dünya…
Eşine, dostuna, arka çıkanına pek güvenenlerin mezar başındaki son yakınının da ayrılmasıyla gökteki ay ile yerdeki karanlık geceyle baş başa kaldığı yalan dünya…
Düşünmek lazım, şu konup göçmelik aldangaç uğruna neleri feda etmedik ki?
Sanki gidip de geri dönmek varmışçasına ne de cesur davranmışız dağları aşan cahilliğimizle.
Ya Rabb, bu had bilmezliğimizden de sana sığınırız…
Bir de şunu fark ediyor insan ki bir gün ellerimizle toprağa bıraktığınız o fanilerin kaderini biz de ayniyle yaşayacağız.
Allah bilir, imanlı bir şekilde göçersek arkamızdan varsa nasibimiz Kur’an okuyacaklar. Birkaç gün belki yas tutacaklar. Üzülenler her geçen dakika biraz daha toparlayacaklar kendilerini.
Birkaç aya kalmadan neredeyse her şey eski haline dönecek. Instagram’da paylaşılan ölüm haberi bir gün sonra otomatik olarak kaldırılacak. Yavaş yavaş silineceğiz hafızalardan.
Bir arkadaşım şöyle tarif etmişti ölümü, ‘’Bizi hatırlayan son insan da ölünce bu dünyaya hiç gelmemiş gibi olacağız…’’
Ne kadar soğuk ama ne kadar yerinde bir tarif değil mi?
Hiç dünyaya gelmemiş gibi…
Aynen öyle olacak.
Bunca kıymete boğduğumuz bu cihan hiçbirimize ebedi yurt olmayacak.
Ne gencimize ne yaşlımıza…
Ben bugüne kadar ‘’Şu hayatı dolu dolu yaşadım…’’ diyen hiç görmedim. Kimle konuşsam hep pişmanlıklardan ve keşkelerden dem vurdu. Cümlelerinee ‘’Daha dün gibiydi’’ diye başlayıp ‘’Vay be… kaç yıl geçmiş’’ diyerek bitirdiler.
O zaman anladım ki biz buraya ait değiliz. Bu sebepten dünyayla kimyamız bir türlü uyuşmuyor. Yüz yıl değil iki yüz yıl yaşasa da yine de insana yetmiyor.
Neden biliyor musunuz?
Çünkü biz sonsuzluk kervanının yolcularız. Şu sonlu hayat hiçbirimizi tatmin etmiyor. Peki o zaman tatmin olmayacağımızı bildiğimiz halde niçin kendimizi kandırmak için koşarız ki bu kadar?
İşte sınav da burada başlıyor…
Niçin koşuyoruz?
Kime koşuyoruz?
Ne uğruna koşuyoruz?
Tüm bu soruları geri dönüşü olmayan kabirden evvel sormalı insan kendine…
Zira bu sebeptendir ki yine sultanlar sultanı şöyle dememiş miydi:
‘’Ölmeden önce ölünüz…’’
Allah, ölümü bilerek yaşamayı nasip etsin.
Lafı uzatmadan şu duayla kapatacağım konuyu:
‘’Bizi; ölümü unuttuğumuz, dünyanın zevkine daldığımız, ahireti aklımızdan çıkardığımız bir anda can vermekten muhafaza eyle Ya Rabbi…’’
Amin…
Amin…
Amin..
Allah cümlenize hayırlı, uzun, bereketli ömürler nasip etsin. Allah dünya ve ahiretinizi hayırlı eylesin. Allah cümle günahlarınızı af, sevaplarınıza da misliyle muamele eylesin.
Allah’a emanet olun…