Tamam mı? Devam mı?

Sultan Hamid’in zerresine dahi muhtaç olduğumuz zamanlarda, uyanmak ve direnmek için bir umut sunuyorum size…

Muhammet Affan Polat muhammetaffan@nethaber.com

Kısa bir köşe olmayacak bugün. Belki de daha sonra hiç olmayacak kadar uzun bir yazı olacak. Telefondan okuyanların, telefonu alttan kavradıkları serçe parmaklarını ağrıtacak kadar uzun olabilir…

Neden bu kadar uzun olduğunu soracaksınızdır. Şimdiden cevap vereyim. Bu yazı bir vebaldi. Ve ben bu vebali yalnızca bu kadar kısaltabildim…

Hazırsanız buyurun efendim…

Bundan tam 100 yıl önceydi.

Yıkılması için gün sayılan bir devlet ve ileride ‘Nereden çıktı bu adam?’ diye sorulacak bir şahsiyeti yazdı tarih.

Uçurumun kenarına kadar itilmişti bir aslan.

Tarihin unutması için ramak kalmıştı koca çınarı.

3-5 yıla galip olurdu emelleri.

Belki o kadar bile sürmeyecekti.

Planlar işleyecekti.

Ta ki Allah ona saltanatı nasip edinceye kadar…

Aslına bakılırsa ilk zamanlarında pek bir sıkıntı yok gibiydi.

Bazı anlaşmalar sağlanmış ve uyuyan aslanın uyanık ruhu artık devletin başındaydı.

Birkaç yıl geçti…

Devlet kalkınmaya başlamıştı.

Okullar açıldı.

Yollar yapıldı.

Hicaza demiryolları döşendi.

İlim ve fende ilerleme sağlandı ve üniversiteler açıldı.

Birkaç taciz suçlusu dışında idam olmadı.

Sanayi gelişti.

Tersaneler hızla kuruldu.

Kalkınma hamleleri aldı yürüdü.

Siyaset ve bürokraside başarılar kazanıldı.

Dış siyasette sözü muteber haline geldi uçurumun kenarındaki aslanın.

Düzen tersine işlemeye başlamıştı yavaştan…

Kurulu belli başlı oyunlar ve tuzaklar boşa çıkıyordu.

Planların üzerine plan yapıyordu birisi.

Ve artık zamanı gelmişti.

Önce homurtular başladı.

Peşine suni huzursuzluklar baş gösterdi.

Dışarıdan bakıldığında millet birbirini kesiyor denmesi için birileri harekete geçti.

Ve hemen ardına meçhul bilmeceler dolanmaya başladı dillerde.

Hırsızlık!

‘’Baştaki çalıyor!’’ dediler.

Hatta küçükken tüm şehzadeler uyuyunca gider onların eşyalarını da çalarmış zaten dediler.

Ve pek çok bilinmeyen…

Bilinmeyen diyorum.

Çünkü öyle oyunlar kurdular ki, bir bilene soralım dediğiniz konularda nefesi yanında alacağınız insanlar bile bilemediler.

Anlayamadılar.

Hatta bazen oldu hakaret ettiler.

Kendilerince haklıydılar belki.

Kim bilir kulaklarına neler fısıldanıyordu.

Peşine bir sürü gazeteler yayımlanmaya başladı.

Bay Herzl…

Ve Herzllaşmış şeytan çocukları!

Önce gençliğe vurdular ahmaklık aşılarını.

Saltanatın sokaklarında saltanata küfür ederlerken, bunu özgür olmadıkları için yaptıklarını iddia ediyorlardı.

Aslına bakarsanız ölmüşlerdi.

Öldürülen ruhları Paris’e gömülmüştü.

Ve bedenleri aynı yerlerde, canavarlarla doldurulmuştu.

Ağızlarından köpükler fışkırtarak ne dediğini bilmez birer mankurt oldu hepsi.

Ne için kiminle savaştığını bilmeyen bir avuç güruh olup çıktılar.

Hemen peşine onlarca iftira ile, aynı kesede toplandılar.

Zalim dediler.

Çocukları öldürüyormuş diye üfürdüler kulaklara.

Şeytani sıcaklıktaki nefesleriyle yaktılar fitne ateşini.

Söylentiler dört nala koştu.

Herkesin nefret edebileceği bir şeyler çıkardılar onun hakkında.

Sokağa, ‘Sarayına gömülmüş. Dışarı çıkmaya korkuyor.’’ dediler.

Talebeye, ‘Okumanızı, öğrenmenizi istemiyor. Hürriyetinizden korkuyor!’’ dediler.

Talebeler bu şeytan çocuklarını dinlerken, onun banisi olduğu okullarda okuyorlardı…

Heyhat…

Her geçen gün hücumlarını bir siper daha ilerlettiler.

Geldikleri istasyon, ‘’Vatanı satıyor!’’ oldu.

‘’Satıyor!’’ diye bağırdılar.

Sanki hakikatten satılsa mutlu olmayacaklarmış gibi…

‘’Elde avuçta bir şey bırakmadı!’’ dediler.

Onlar tüm bunları söylerken o,

‘’Vermem!’’ diye haykırıyordu.

Hem de bir Siyonist’in gözlerinin içine baka baka…

‘’Kanla alınan toprak yalnız kanla verilir!’’ diye haykırıyordu.

Lakin sokaklar, okudukları şerlerle onu bir vatan haini olarak tanımaya devam ediyordu.

Sokaklar dediğime bakmayın.

Bu sokaklar hiçbir zaman bizim mahallenin sokakları değildi.

Belki Paris sokakları…

Belki de Berlin…

Tüm bunlar olurken tam 30 yıl geçmişti.

30 yıldır haindi onlara göre.

Ve hala sokaklar ‘’Hürriyet!’’ nidalarıyla haykırıyordu.

İnanması güç, 30 yıldır bir hain tarafından yönetiliyordu lakin 30 yılın sonunda hala ihanet edilebilecek bir devlet vardı onlara göre.

30 yıldır satılıyordu vatan lakin 30 yıldır satıla satıla bitmemişti onlara göre…

Bu işin böyle olmayacağına karar verdiler.

Olmazların içinde girift bilmecelerle ördüler etrafını.

Elini kolunu bağlamak istediler.

İleride o kadar korkacaklardı ki, mimiklerinden bile çekindiklerinden hapsedeceklerdi onu.

En son ‘’Her şeyi anladık lakin bunu nasıl yapar?’’ dedirtmek istediler.

Açıklanması güç birçok bilmeceyle süslediler ihanetlerini.

Nefret ettirdiler.

Gönüllerden söküp atmak istediler.

Kanlı ellerini sokmak istedikleri çocuk vücutlarına ulaşmak için bu yetmezdi.

Fikirlerinin üstünde tepinip bir daha uyanmayacağından emin olmak istediler.

Ve tarih hüzün sahnesini açtı.

30 yıl geciken emellerinin müsebbibini cezalandırma vakti gelmişti çoktan.

Büyük İsrail yakındı artık.

Yakındı, kelepçelenmiş Anadolu.

Yakındı soyulmuş bir aslan.

Her şeyden öte…

Yakındı adaletin son siperinin düşmesi…

Artık ölmeliydi onlar için.

Başka çaresi yoktu!

Bir saldırı tertip ettiler.

Bir aslan bedenini parçalamak için.

Lakin başaramadılar.

Eceli korudu ölümden.

Ve peşine üzüntülü ihanet kalemleri yazmaya başladı hemen…

‘’Attında vuramadın ey şanlı avcı…’’

Vuramadılar.

Tarihe kilidi, adalete perçini vuramadılar.

Direndi!

Son hamlelerini oynamaları gerekiyordu artık.

Her cepheyi ondan nefret ettirmek için uydurdukları iftira ve yalanları ayyuka çıkardılar.

Herkesin ondan kurtulmak için bir nedeni var gibi gösterdiler.

Ve hep bir ağızdan, ‘’Osmanlı ile derdimiz yok! O gitsin!’’ demeye başladılar.

Çünkü onlarca o zalim, gaddar ve haindi…

Avrupa’da birçok dergi ve gazete onun kanlı elleriyle uyandı sabaha.

Ve bir gece ihanet…

Artık ‘TAMAM’ diyen bir güruh dayandı kapılara.

‘’Yeter artık ulan! Yeter!’’ diye bağırdılar, Yıldız’ın önünde…

Sövgülerle geçen son yılların üzerine, Müslüman kanı akmasın diye feda etti kendini.

33 yıldır kan deryasının önünde duran seti çektirttiler.

Artık onların hükmü geçecekti.

Lakin beklenen olmadı.

Vaat edilen hürriyet gelmedi bir türlü.

Olmadı…

33 yıl boyunca satılıyor diye haykırdıkları toprakları elleriyle verdiler düşmana.

Çivi bile çakamadılar.

Ve her şey bitikten sonra…

Güneş batıp, gece tüm ürkütücülüğü ile meydana çıktığında uyandı birileri.

‘’Eyvah! Biz ne yapmışız!’’ diye feryat figan ağladılar.

Sövgülerle hain dedikleri adam için bir kez daha aldılar kalemlerini ellerine.

Şöyle yazdılar:

‘’Padişah hem zalim hem deli’ dedik.

İhtilale kıyam etmeli dedik;

Şeytan ne dediyse biz beli dedik;

Çalıştık fitnenin intibahına.’’

Lakin bu yazmanın bir manası yoktu artık.

Dayandıkları o kan kokan sineler kahkahalarla gülerek seyretti bu hainlerin halini…

‘’Hain dedik inandınız.’’ dediler.

‘’Vatanı satıyor dedik inandınız’’ dediler.

‘’Çocuk öldürüyor dedik inandınız’’ dediler.

‘’Hepinizi toplayıp onun üstüne saldık’’ dediler.

‘’En son bizim yapamadığımızı siz yaptınız’’ dediler.

‘’Aslında biz yapmadık’’ dediler.

Şeytanda öyle diyecekti öldükten sonra.

‘’Ben yalnızca kulağınıza fısıldadım.’’

‘’Siz yaptınız!’’

Çünkü onlar şeytanın çocuklarıydı. 

Ve tarihler 31 Mart’ı gösterdiğinde, bir aslan tam 100 yıllık uykuya geçirildi.

Uyudu…

Başından sarığını çıkarıp şapkasını taktılar.

Uyudu…

Ağzından dilini alıp, başkasını koydular.

Uyudu…

İdam sehpasında astılar.

Uyudu…

Mezardan çıkarıp tekrar astılar.

Uyudu…

Uyudu…

Uyudu…

Birkaç çıtırtıyla mahmur gözlerini açmaya çabaladı.

Araladı göz kapaklarını.

Henüz daha 33 yıl geçmemişti lakin zar zor hatırlanan tarih tekerrür etmeye başladı.

Birisi çıktı meydana.

Önce hırsız dediler.

Birisi çıktı meydana.

Hain dediler.

Birisi çıktı meydana.

Satıyor dediler.

Artık yeter!

‘’TAMAM’’ dediler.

‘’Türkiye ile derdimiz yok! O gitsin yeter!’’ dediler.

Aynı teraneyi oynadılar 100 yıl sonra.

Ve tarih, aynı hainleri bir kez daha aynı çatı altında topladı.

Ve asırlık ihanetlerini tekrar ettirdi.

Ve kadim yeminlerini hatırlayarak dayandılar kapılarımıza…

Şimdi!

Tarih bize 100 yıl sonra bir kez daha fırsat veriyor!

100 yıl sonra tepmek için yılanı deliğine bir fırsat!

Bir Yusuf’u kuyudan çıkarmak için fırsat…

Asıl olan hürriyeti, tüm zalimlere haykırmak için bir fırsat!

Sultan Hamid’den sonra tekrar uyanış için bir fırsat!

Abartmıyorum!

Yalnızca bir umut filizi sunuyorum size.

Sultan Hamid’in zerresine dahi muhtaç olduğumuz zamanlarda, uyanmak ve direnmek için bir umut sunuyorum size…

Yalancıları, teröristleri ve kuklaları aynı slogana tabi tutan adam fotoğrafını biz tam bir asır önce görmüştük.

Ve tarih bize 100 yıl önceki ‘’TAMAM’’ senaryosunu, 100 yıl sonra bozmak için bir fırsat veriyor bugün.

Bu fırsatın adı ‘’ERDOĞAN’’

Şimdi söyleyin bana!

‘’TAMAM MI?’’

‘’DEVAM MI?’’